Koyun Gibi Değil, İnsanca Yaşamak…

Yazan: Kamil Eryazar Yaşam bir tiyatro sahnesi değil. Ama herkes oynuyor… Kimi kendisi yazıyor, kimi de hazır bulduğu oyuna katılıyor. Kimileri profesyonelce oynuyor, hiç çaktırmıyor, karşısındakinde en küçük bir kuşku bile uyandırmıyor. Çoğunluk çok amatörce oynasa bile, b...

Koyun Gibi Değil, İnsanca Yaşamak… (7 Aralık 2012)

Yazan: Kamil Eryazar

Yaşam bir tiyatro sahnesi değil. Ama herkes oynuyor… Kimi kendisi yazıyor, kimi de hazır bulduğu oyuna katılıyor. Kimileri profesyonelce oynuyor, hiç çaktırmıyor, karşısındakinde en küçük bir kuşku bile uyandırmıyor. Çoğunluk çok amatörce oynasa bile, bütün bu olup bitenlerin kadrolu izleyicileri tarafından hep alkışlandıkları için, kendileri de “rollerine” inanmaya başlıyorlar ve iyi oynadıkları yanılgısına kapılıyorlar…

“…mış gibi yaşıyor”çoğunluk, üstelik ayrımında bile olmadan… Çünkü, “gerçeğini” yaşamak zor geliyor, emek istiyor, yürek istiyor, sevgi istiyor… Erdemlilik, bilgelik gerektiriyor… Bu “fastfood dünyada” bütün bunlarla uğraşmaya değer mi canım! ‘Gözlerini kaparsın, vazifeni yaparsın’ ve de çevir kazı yanmasın!

Olduğun gibi görünüp, göründüğün gibi olabiliyor musun? Yani içinden geldiği gibi mi davranıyorsun? Yoksa çoğunluk gibi, sen de “rol mü yapıyorsun”? Hep böyle “politik” ya da “diplomatik” mi davranırsın? “Özgürlük” senin için ne kadar önemli? Zaman zaman kendinle yüzleşebilecek kadar, iç dünyanla barışık mısın? Peki ya, vicdanınla aran nasıl, geçinebiliyor musun?

“Yalan makinesi” benzeri, kişinin iç dünyasını olduğu gibi yansıtan bir araç geliştirilse ama geçmişine de dönük tüm yaşamını sorgulayabilse. Yaşamı boyunca neleri inanarak, içinden gelerek, yürekten benimseyerek, zevk alarak yaptı? Nerelerde inanmadığı, benimsemediği, üstelik nefret ettiği halde “rol yapmak” zorunda kaldı?…

Müthiş bir şey olurdu, değil mi? Acaba ilkinin oranı çok mu düşük çıkardı?..

İnanmadığın, beğenmediğin, sevmediğin, üstelik karşı olup eleştirdiğin bir yaşam biçimi içerisinde yer almak zorunda kalmak, seçenek oluşturamamak, ne kadar kötü bir şey…

Ne yazık ki, yaşadığımız acı bir gerçek…

Tam anlamıyla bir “sürü” yaşam biçimi ve sürüden ayrılanı kurtlar kapar korkusuyla umarsız boyun eğmişlik, kayıtsız koşulsuz teslimiyet… Salt bireysel değil, toplumsal ikiyüzlülük de salgın hastalığa dönüşmüş, hızla yayılıyor… İnsanlık onuru, ayaklar altında paspas niyetine çiğneniyor…

Yürekler metalize, duygular dijital, aşklar sanal olmuş…

Yaşamlar ‘tüketim’ üzerine kurulmuş ve de kuruluyor…  Popüler kültürün güdülemesiyle, soluk soluğa yaşanan çılgın bir tüketim yarışı… Bu toz-duman içerisinde kazananı ve kaybedeni görülemeyen ve ne yazık ki hiçbir zaman da ayrımsanamayacak sonsuz bir yarış… Dolayısıyla, hazırlıksız yakalanan insanlar, pazarlama-reklam-medya güdümünde, tam bir şaşkınlık, panik içerisinde ve gözü dönmüşçesine, başta teknoloji olmak üzere, her şeyi tüketiyorlar…

Mortgage konut kredisi ile yeni yapılan lüks siteden süper bir daire aldık, site değil adeta bir şehir, içerisinde ne ararsan var… Siz hâlâ arabayı değiştirmediniz mi?

Senin telefonun ne kadar akıllı? Benim iOS’um senin Android’ini döver! Kamerası kaç piksel? WhatsApp, Kik, Instagram, Foursquare senden n’aber? Notebook dönemi bitti, devir tablet devri! 107 ekran LCD 3D HD televizyon keyfi de bir başka oluyor hani! Ayol senin çamaşır makinen uzaktan kumandalı değil mi? Siz hala “akıllı fırın” almadınız mı? Onu bunu bilmem canım, buzdolabı aldın mı, şöyle “sülale boyu” dijital ekranlı olanından alacaksın…

Biraz daha fazla tüketebilmek uğruna da, gecelerini gündüzlerine katıp, kan-ter içinde başka “tüketicilere”  en iyi biçimde hizmet etmek için çalışıyorlar… Daha çok ve rahat tüketebilsinler diye, hiçbir özveriden kaçınılmıyor! Büyük kentlerde, peş peşe dev alışveriş merkezleri açılıyor. Bütçelerin yetmediği ya da teknolojinin yenilemeye yetişemediği alanlarda ve doymuş pazarlarda, sağ olsunlar bankalar devreye giriyorlar. ‘Size özel krediler’, işporta tezgahlarında kredi kartları verilmeye çalışılıyor. “Ne alırsan peşin fiyatına 24 ay taksitle!” Gereksinmenin olması da önemli değil, yine de al..al..al… Ne kadar çok alırsan üstelik, o kadar bonus-parapuan var!

Altı ay sonra kapına, elinde pembe kağıt dosyalı birileri dayanmış ne gam…

İnsanlar salt “tüketmek” için, “tükenip” gidiyorlar… Yaşadığımız yüzyılın adı bugünden belli oldu : “Cilalı Teknoloji Devri” ya da “Sınırsız Sorumsuz Tüketim Çağı”…

Ve bu yeniçağda, “bir şey” sessiz sedasız ortadan kayboluyor…

Romen Diyojen… Hani şu fıçıda yaşadığı, hatta Sinop dolaylarından olduğu rivayet olunan, ilkçağ düşünürlerinden. Yaz mevsimi, aylardan haziran. Bir öğle vakti, güneş tam tepede pırıl pırıl, elinde fenerle sokaklarda harıl harıl bir şeyler arıyor. Görenler anlam veremiyorlar, merak ediyorlar. Sonunda dayanamayıp, soruyorlar : “Üstat hayrola ne yapıyorsun? Ne arıyorsun böyle?” Diyojen, meraklı topluluğu yanıtlıyor : “İnsan’ı arıyorum!”

Diyojen’in belki bulma şansı vardı. Bizimse gittikçe azalıyor…