Evlilik Programı Değil, ‘Elektrik Alma’ Ticaret Borsası!

Televizyon kanallarının gündüz kuşaklarında evlilik programları yayınlanıyor. Adaylar, ‘evi, arabası, sigortalı iyi bir maaşı’ yoksa taliplerinden ‘elektrik alamıyorlar’! Aşk’tan, eğitimden, kültürel uyumdan, kişilik ve davranışlardan hiç söz edilmiyor. T24 yazarı H...

Evlilik Programı Değil, ‘Elektrik Alma’ Ticaret Borsası! (28 Nisan 2013)

Televizyon kanallarının gündüz kuşaklarında evlilik programları yayınlanıyor. Adaylar, ‘evi, arabası, sigortalı iyi bir maaşı’ yoksa taliplerinden ‘elektrik alamıyorlar’! Aşk’tan, eğitimden, kültürel uyumdan, kişilik ve davranışlardan hiç söz edilmiyor. T24 yazarı Hakan Aksay, bu konuya ilişkin çok güzel bir yazı kaleme almış.

İşte Hakan Aksay’ın “Kurnazca ‘elektrik alan’, aşkı pek takmayan insanlarımız” başlıklı o yazısı:

Bu ülkede ne kadar aşk var?..

Hani her şeyin “yoksunluk” (eski dilde mahrumiyet) haline alışık, hatta tutkunuz ya: işsizlik, parasızlık, evsizlik, barksızlık, barışsızlık, huzursuzluk falan…

Aşk(sızlık)tan ne haber?..

Lütfen, laf ebeliği yapmadan cevap verin ama, “vatan-millet aşkı”na basmakalıp methiyeler düzmeden, dürüstçe söyleyin:

Memleketimizde yeterince aşk var mı sizce?

Şu bildiğiniz aşk!

Bir insanın ötekine vurulması, onu görünce nefessiz kalması, onun hayaliyle uykusuz geceler geçirmesi, onsuz yaşayamayacağını düşünür olması anlamında…

Tamam, bol bol çocuk yapalım, yapalım yapmasına da, benim bildiğim çocuklar aşktan doğardı, bizim aşkla ilgimiz kalmadı, üreme/üretme makinelerine benzedik…

Kendimce büyük sabır harcayarak evlilik programlarına bakıyorum (izlemiyorum, bakıyorum, hatta çoğu kez “bön bön”). Aşk kelimesi neredeyse hiç telaffuz edilmiyor programlarda. Evlilikler birer ticari proje.

“Elektrik aldın mı, almadın mı?” meselesi var orada. Türkçe’nin sahtekarlaştırılmasında yeni aşama, bu sihirli “elektrik” kelimesi. Adamın parası, evi, arabası yok ise: “Elektrik alamadım; geldiğiniz için teşekkür ederim.” (Tercümesi, “Haydi canım, anca gidersin!”). Maddi durumu yerindeyse durum farklı: “Bir çay içelim! (Tercümesi, “Gel de şu şartları iyice bir netleştirelim bakalım!”)

En acıklı bölüm, programa katılanların “beklentileri”ni anlattığı dakikalar. “Dürüst olsun”, “fedakar olsun”, “evine bağlı olsun”, ya da daha kof ve “manşetlik” anlatımlar: “Adam gibi adam olsun!”, “yanıma yakışsın”, “beni taşıyabilsin”…

İnsanlarımızın hayalleri ne kadar sınırlı, iç dünyaları ne kadar boş, geleceğe dair istekleri ne kadar sığ! Hemen hiçbiri aşkı bilmiyor, dahası – ve en kötüsü – aramıyor gibi.

Hayatlarında, bırakın gerçek aşkı, hiçbir aşk romanıyla çarpılmamışlar, hiçbir aşk şiirinden “elektrik” almamışlar ve numaracıktan gözlerini kapatıp pek bir “hisli” söyledikleri aşk şarkıları onlar için yürek doldurmaya değil, iç boşaltmaya yarayan artistlik anları…

Türk-Kürt barış sürecinde birçok stratejik araştırma ve önemli tartışmada ciddi ciddi “doğurganlık oranları” ve “nüfus dinamikleri” ele alınıyor. “Kürtler kaç kişi? 10-15 yılda kaç kişi olurlar? Türkiye’nin kaçta kaçı Türkler ve Türk olmayanlar?..”

İçim daralıyor. Hayatım boyunca ulus, ırk, din gibi özellikler paydasında “tasnif edilmek” beni boğdu.

Onca “karma” evlilikten toplumsal bir güç doğmadı mı? Aşkın ateşiyle ulusal farklılıkların eriyip gittiği aileler hakkıyla seslerini duyuramadılar mı?..

Oysa hayat, Diyarbakırlı Ahmed Arif’in Otuz Üç Kurşun’unu bütün memlekete dağıtmış gibiydi:

“Kirveyiz, kardeşiz, kanla bağlıyız

Karşıyaka köyleri, obalarıyla

Kız alıp vermişiz yüzyıllar boyu,

Komşuyuz yaka yakaya

Birbirine karışır tavuklarımız

Bilmezlikten değil, fıkaralıktan…”

Aşkımız siyasetin karşısına çıkacak kadar güç kazanamadı. Bugün de öyle. Hala kendimizi güvence altına almak için “elektrik almamız”, iktidarı mutlu etmek için de 3-5 çocuk yapmamız gerek. Ama aşka inanmayacak kadar “akıllanmış” bakıyor külyutmaz gözlerimiz…

Milliyetçilik ve ırkçılık insanları, aileleri, yürekleri nasıl parçalar, nasıl ezip geçer; hala bunu yeterince yansıtamıyor edebiyatımız, sanatımız…

Türklerin ve Kürtlerin, Ermenilerin ve Yunanlıların on yıllardır milliyetçiliği aşklarıyla çoğalarak yendiğine, veya tersine, ona yenilerek aşklarıyla birlikte eksildiklerine ilişkin o kadar az “güçlü eserimiz” var ki elimizde…

Geçen yıl Dışişleri Bakanımız, “Rus gelinler iyidir, sayıları artmalı; benim danışmanımın eşi de Rusya’dan; Rus gelinler aile yapımıza uygun” demişti.

Yıl sonunda yine “ihtida” verileriyle “milletçe sevindik”; “hidayete erenler”, yani “tek doğru yol olan İslam’ı seçerek bizden biri olanlar” giderek artıyordu; ve onlar arasında Rus gelinler ön sıralardaydı.

Böylece bizim farklılıkları değil aynılaşmayı sevdiğimiz, içimizdeki yabancıları (bütün örneklerde değilse bile ezici çoğunlukla) şu ya da bu biçimde zorlayarak kendimize benzetmeye çalıştığımız bir kez daha sergilendi.

Oysa aynı dini inancı paylaşmayan, farklı yerlerde doğup bambaşka kültürlerden gelmiş insanların her türlü engeli geride bırakarak birbirine aşkla bağlanmasının yanında öteki ayrıntıların lafı mı olur!..

Ne var ki bu, toplumumuzun önemli bölümüne ve iktidara yeterli tatmin duygusunu vermiyor. Onlar aynı cinste olanların kalabalıklaşarak başkalarını ürkütmesine, onlara meydan okumasına o kadar tutkunlar ki!..

Ve onlar aşktan o kadar uzaklar ki!..

*   *   *

Sorsan, en kolay kelam edebildikleri konu “aşkın bireysel olmayan halleri”. Yani “vatanlarını” çok seviyorlar, bir de “bayraklarını”, fazla bilmedikleri “tarihlerini”, harem hayatına bulaşılmaması şartıyla (at üzerinde kılıç sallayan pozda) “sultanlarını”…

“İnsanlığı” çok seviyorlar, ama tek tek insanları sevmekle ilgili problemleri var. “Toprak almak/vermemek”, en büyük ama eennnn büyyüükk bayrağı asmak, ellerine kollarına önderlerinin adıyla imzasını kazımak ve adlarının başına “TC” koyarak “şanlı bir direniş sergilemek” refleksleri çok güçlü. Ama ne kırk bin kişinin öldüğü savaş umurlarında, ne de daha binlerce kişinin hayatını kaybetme tehlikesi…

Fakat “seviyorlar”. İnsanları değil belki. Ama kavramları. Hayatı da değil. Ama “kutsal” ilkeleri…

Ve pek çoğu, insanı insan yapan gerçek bir aşkı – tüm riskleri, coşkuları ve acılarıyla birlikte – yaşamak için her türlü çılgınlığı yapacak cesarete sahip değil. Bir tek kadın/erkek uğruna her şeyi terk edebilecek kadar büyük bir yürekleri yok.

Ama ilkeleri çok. Akılları fazla…

“Elektrik” denilen şeyin nereden ve nasıl alınması gerektiğini de iyi biliyorlar, yeri geldiğinde.

Lakin aşk…

Şu bildiğiniz aşk!

Hani bir insanın ötekine vurulması, onu görünce nefessiz kalması, onun hayaliyle uykusuz geceler geçirmesi, onsuz yaşayamayacağını düşünür olması anlamındaki…

Memleketimizde yeterince aşk var mı?

Gayrı safi milli hasılayı anladık, hane başına ortalama kaç buzdolabı ve televizyon düştüğünü de…

Peki, ne kadar aşk var bu ülkede?..